26 Ağustos 2011 Cuma

Lezzet dolu serüvenler peşindeyim, geri geleceğim...

Hayatımızda hep zorunluluklar var; uyanır yola çıkarız, işe gideriz saatlerce çalışırız, bazen acıktığımızdan değil sırf saati geldi diye yeriz, uykumuz yoksa bile öyle olması gerektiği için uyuruz, özetle hayatı ıskalayıp dururuz... Zorunlulukların arasında, perdeleri araladığınızda bir hayat var dışarıda; farketmesini görmesini bilene! Bu aralar ben o aralardayım, ondan çıkmıyor sesim...

Sütüme, Sarelleme Karışma” hala pek sevdiğim, ama zorunluluklar arasına bir de o dahil olmasın diye kendince moladayım. Haftada 6 gün, günde 12 saatten fazla çalıştığım düşünülürse araya sıkıştırmak istemedim kendisini, net açıklaması bu işte!

İşte bu sebeple, biraz da kendine gelmek telaşı ile ben, işten arta kalan sürelerde, perdeleri araladım hayatı yakaladım ya da diyelim çabam o yönde. Yarım günlük turlar ile Tarihi Yarımada, Adalar-Modalar derken, bazen günübirlik düştüm yollara Bursa, Bodrum, Tekirdağ... Siz deyin “leyleği havada gördün” ben diyeyim gırtlak derdinde lezzet dolu serüvenler peşinde...

Mutlu muyum? Evet, bu kısacık aralarda enerjimi tamamen toplayıp havalara uçuyorum deyim yerindeyse! Kendime geliyorum hem gezdikçe-gördükçe, hem de yedikçe...

Geri geleceğim ama önce bir yol daha var gidip görmeye; kalacak yerler belli bile değil, bir yol hikayesi ama işte güzergah böyle! Varsa önerileriniz yol üstünde merakla bekliyorum!

Tadınız tuzunuz daim olsun, şeker tadında bir bayram sizlerin olsun!

Afiyetler olsun!

16 Ağustos 2011 Salı

Kaynasın tencereler tavalar, hazırlansın salçalar!

Gazetelerde, magazin programlarında görüyoruz hani fotoğrafçılar gayet profesyonel hallerde, sanki kendileri o pozları yıllarca vermişler gibi, mankenleri şekilden şekle sokuyor. Sonra birbirinden hoş, gördüğünüzü düşündüğünüzden uzak, bambaşka bir açı ile yakalanmış fotoğraflar çıkıyor karşımıza. Bizim de mankenlerimiz sebzeler, meyveler haliyle, onları da yenilesi kılan, detaylar... O detaylar ise fırsat buldukça okuduğum forumlarda ve kitaplarımın satır aralarında saklı... Su gibi mesela!

Şu güzelim domatesleri aldım kucağıma, çıktım bahçenin ortasına; maksat önce gün ışığı ile çekmekti ama inanın içime sinmedi kuru kuruya... Biraz ıslattım, az biraz su püskürttüm üzerlerine, sizlere daha güzel olduğunu düşündüğüm fotoğraflar göstermek adına model yaptım onları kendi çaplarında!

Sonra "ne yapılır bu canım domateslerden?" dedim; salata, domates suyu, kızartma üzerine sos ya da salça... Salça ile sos arası bir yerlerde karar kıldım. Soydum önce kabuklarını, sonra rendeledim, ardından tülbent ile sıktım ve saf bir domates suyu elde ettim, çekirdeksiz pürüzsüz. 1 saate yakın süre de kaynatınca, işte bu kırmızı sosumsu suyu elde ettim. Mis domates kokuyor, üstelik katkı maddesi yok!

Yazın ne gider en iyi peki, doğal bir domates suyu varsa elinizde? Elbette maydanozlar ile aroması artıracağınız şehriyeli veya pirinçli domates çorbası!

Önce 1 yemek kaşığı unu hafif sararana kadar tencerede kavuruyoruz. Sonra 2-3 yemek kaşığı sıvı yağ ekliyoruz.

Ardından ocağı pisletmeden, kendimize sıçratmadan domates sosunu tencereye ekliyoruz. Bir- iki dakika süre ile un ve yağ ile karışması için karıştırarak pişiriyoruz. Ardında 5 bardak su ekliyoruz ve bir taşım kaynatıyoruz.

Kaynadıktan sonra 3-4 yemek kaşığı şehriyeyi/pirinci ekliyoruz ve kısık ateşte 20 dakika pişiriyoruz.

Pişince de içine tuz, karabiber , kekik serpiyoruz; ardından bir avuç taze maydanozu kırpıp rayihalar birbirine nüfuz etsin diye kapağını kapatıp, çorbamızı dinlenmeye bırakıyoruz. Elinizin altında varsa eğer fesleğene de bir şans verebilirsiniz, eminim beğeneceksiniz.

Bir dilim çavdar ekmeği ile taze domateslerden yaptığımız çorbayı içmek... İnsan daha ne ister! Domateslerin mevsimi geçmeden başlasın hazırlıklar, kaynasın tencereler tavalar, hazırlansın salçalar soslar! Benden duymuş olmayın ama şurda kışa ne var!

Sofralarınız renk dolsun, afiyet olsun!

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir tarlaya uğradım, salata yaptım...

Düşünüyorum da eskiden haberlerde sürekli olarak “mantar” zehirlenmeleri vakalarına yer verilmese onlardan biri de ben olabilirdim. Doğada yürümek, yürürken yemek, yerken yürümek ve keşfetmek; plazalara sıkıştığımız bu kariyer odaklı dönemde daha güzel bir kaçış noktası olamaz herhalde! Çalılardan böğürtlen yemek, minik yapraklar altında saklı dağ çileklerini fark etmek, suyun içine koparıp bir yaprak taze nane eklemek... Hayat lezzetli sürprizlerle dolu!

Yine benden haber alamadığınız bir haftasonu kendimi doğaya vurmuşken, karşıma tadını oldukça merak ettiğim bir sebze çıkıverdi. Meğer adı alabaş imiş, kohlrabi de derlermiş ve aslen turpgillerden ve Alman turbu olarak da anılırmış. Güzel yanı turpgillerden olmasına karşılık mideyi zorlamaması, aksine sindiriminin kolaylığı!

Önce bir dilim kestim, tadına baktım sonra tarlaya bir göz attım, onunla neyin güzel gideceğini düşündüysem içine kattım!

Siz de bulursanız yumruk kadar bir alabaşı rendeleyin. Üzerine dalından kopardığınız ve ince ince doğradığınız maydanoz ile naneleri ekleyin.

Ardından ince kıydığınız soğanları da tuzla ovun ve salatanıza katın. Hatta elinizde varsa mutlaka kırmızı soğan tercih edin. Ardında hakiki zeytinyağı, yarım limon suyu, tuz ve kırmızı biberi ekleyin.

Bence beğeneceksiniz, zira ben en son suyuna sıcak ekmek bandırırken yakalandım!

Arama motorlarında aratın, birbirinden güzel faydalarını okuyun ve pazara gittiğinizde bence bir kez tatmak adına meraklı gözler ile çevrenize bakın. Türkiye’de, Karadeniz ve Marmara bölgelerinde yetiştirildiği düşünülürse bu yörelerde yaşayıp da tatma fırsatı bulamamış olanlarda daha da dikkat kesilebilirler!

Araştırmalarım devam edecek, elbette salatadan öte tüketim şekilleri de mevcuttur, önerisi olan?

Sofralarınız renk dolsun, afiyet olsun!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...